13 Mayıs 2012 Pazar

İsmail Saymaz / Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim: 12 Eylül'ün Beş Öyküsü


Turan Sağlam’ın ölümü (Davut Aksu TBMM Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor): Çok insan vardı ama onun hâli çok perişandı ve o kadar çok dövülmüştü ki diz kısmından aşağıya damarlar dışarıya çıkmıştı, yürüdüğünde kan dökülüyordu ve çok hâlsiz ve bitkindi. Büyük bir oda vardı. Binaya giriyorsunuz, sağ tarafa bir giriş var, orada sizi karşılıyorlar, orada kalorifer borularına bağlanıyorsunuz, kelepçeleniyorsunuz, ayaküstünde tutuluyorsunuz. Sonra bir daha oda var, orada da bağlanılıyor, orada da insanlar var ama esas itibarıyla üst tarafta, ikinci katta, ne yapılıyorsa, işte şiddet, yöntemli işkence orada yapılıyor. Turan Sağlam oradaydı ve dört-beş gün sonra bilinç kaybıyla “Annemi özledim, anneme gitmek istiyorum.” diye konuşuyordu ve sonra kaldırıldı, onun öldüğünü öğrendik. Sarıkamış Askerî Hastanesinde ölmüştü. Sonradan sanıyorum ailesi o dönemde müdahale etti, mezarı açıldı, akıbetini bilmiyorum, sonuç ne oldu bilmiyorum.


Mahmut Kaya’nın ölümü: (Davut Aksu TBMM Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor): 26’sı ile 27’si arasında “Mahmut Kaya” diye bir insan geldi oraya, getirdiler, Adil Gökçe, ondan sonra Mahmut Kaya. Yılbaşı da olabilirdi, yılbaşını bir gün geçmiş de olabilirdi, o süre yoğun bir işkence yapıldı, yan yana bağlandık, belden aşağıya simsiyah olmuştu ve deri, çekildiğinde kopuyordu, kangrene dönmüş olabilirdi, simsiyahtı. Sanıyorum saat üç sıralarıydı. “Bitlis’te beş minare” diye bir türküyü okudu. Şu anda hayatımda “Bitlis’te beş minare”yi duyduğumda benim için hayat orada biraz durdu diye düşünüyorum ve bir şeyleri çağrıştırıyor, dinleyemiyorum artık o türküyü. Saat üç gibiydi, ağzından su geldi ve yanımda bu insan öldü orada. Bizi içerideki odaya aldılar. Büyük, kocaman bir oda var, ikisi de çok büyük, kocaman, eski yapı olduğu için kocaman odalardı, oraya aldılar, sonra telâşe… Ama o arada ben yanındayken benim de yürüyecek hâlim yoktu… şimdi de vücudumda o işkence izleri var, size de gösterebilirim, ayakaltlarımda, parmaklarımda vesaire, bunlar önemli değil. Mahmut Kaya orada, nabzını kontrol ettim, öldüğünü̈ anladım, hatta ve hatta polisin biri ne kadar soğukkanlı yani küfürlü̈ falan, “Nabız kontrol ediyor.” falan diye… şiddete o kadar alışkın olmuşsunuz ki artık ağlayamıyorsunuz, tepki gösteremiyorsunuz…


Cemil Kırbayır’ın ölümü: (Çetin Aşula TBMM Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor) Sorgucu Cemil abiye “Çok mu masumsun?” dedi ve Cemil Ağabey şöyle bir yanıt verdi, net ama net, zaten bu dinlediğimiz son sözleri oldu, yani en son hançeresinden çıkan mantıklı sözler bunlardı, diğerleri iniltiydi: “Biz kızlarımızı Kayserilere ve Niğdelilere parayla satmıyoruz, biz gazyağı, sigarayı, şekeri karaborsa satmıyoruz, biz Göle’yi geneleve çevirmedik, biz tefecilik yapmıyoruz, bütün bunları yapanlar kendi devranlarını sürsünler diye, rantları kesilmesin diye bizi şikâyet ediyorlar ki düzenleri devam etsin. Biz namuslu insanlarız, onlar namussuz insanlar bunları yapanlar.” Ve bir ses geldi o anda “Dank” diye böyle. Tahminen -yani yorum yapıyorum- ya kafasını duvara vurdular ya kendini kafasıyla duvara vurdular ya da kum torbasını önden vurdular, duvara değdi ama duvara değdiği kesin çünkü̈ o ses duvar dışında hiçbir şeyden gelmez. Böyle tok bir ses yani ve sonra bir sessizlik. Bir inilti başladı Cemil Ağabey’de ve “Ben ölüyorum, ağabey beni hastaneye götürün.” dedi. “İstifra et” dedi polis, istifra… “Hastaneye götürün, ben ölü̈…” Fakat sesi perde perde sönüyor ve sanırım o anda bir tane görevli elini ağzına soktu. Bu benim yorumum, hatta “Hep sok, sok” dedi biri “Sok, sok” dedi böyle veya onun elini sokturdular ağzına, istifra etti ama gür bir şekilde böyle. Ve sonra “Ağabey, ağabey, ölüyorum ağabey, beni hastaneye götürün.” Sonra ses tonu indi, indi, indi… “Tamam Cemil, tamam koçum, merak etme, panik yapma, biz seni, tamam aslanım hemen hastaneye götürüyoruz.” falan dediler ve büyük bir koşuşturma başladı, ayak sesleri çoğaldı. Anladığım kadarıyla, bir panik ortamı vardı ve sanırım içeriye ya sedye girdi ya da bunu karga tulumba götürdüler birçok kişi. Fakat sessizlik oldu, hiç çıt yok.


Cengiz Aksakal’ın ölümü (Hafik Dursun ifadesi): “Jandarma alayı olan bir binaya götürüldüğünü, bir hücreye konulduğunu,  bazen hücreye, bazen de dışarıya çıkarılarak hücredekileri dövdüklerini, maktulün Üsteğmen Ferit ve Astsubay Mecdi ve iki sivil polis tarafından dövüldüğünü, bir gece kendisini spor salonuna götürdüklerini, Mecdi astsubayın kendisine işkence yaptığını, bir ara gözünü açtığında Cengiz Aksakal’ın yerde yattığını, yanında Ferit Ildarır ve birkaç sivil şahsın olduğunu, Aksakal’a copla vurup üzerine su döktüklerini, arada manyeto sesi geldiğini, karısını ve çocuklarının isimlerini ve ‘Üşüyorum’ diye sayıkladığını, inlediğini, yine bir gün sayıklaya sayıklaya hücresinden çıktığını gördüğünü, elbiselerinin üzerinde olmadığını, sadece beyaz külotunun olduğunu, iki büklüm vaziyette eğilmiş olduğunu, yüzü, karnı, göğsü ve dizinden aşağıya her tarafının yara içinde olduğunu...”
(Salim Karagöz ifadesi): “Üsteğmen Ferit ile Astsubay Mecdi’nin gerek kendisini gerekse maktulü salona çıkartıp dövdüklerini, bir gece kendisini sorgulamak için götürdüklerini, işkenceye dayanamayınca gözlerini açtığını, 3 sivil ile birlikte Üsteğmen Ferit ve Astsubay Mecdi’nin maktul Cengiz’i dövdüklerini gördüğünü, maktulün üzerinde sadece külodunun bulunduğunu, suların içerisinde yatmakta olduğunu, bitkin vaziyette, suçsuz olduğunu sayıkladığını, maktulün kollarından kalorifer borusuna bağlandığını gördüğünü, kendisinin tutanağı imzalamayacağını söylemesi üzerine Üsteğmen Ferit’in maktulün felç olduğunu, kurtulamayacağını söyleyerek, ‘Bunun durumuna kalmak istemiyorsan bu kağıtları imzala’ dediğini, maktulün daha sonra öldüğünü duyduğunu...”


Nurettin Yedigöl’ün ölümü (Ümit Efe Kutluğ anlatıyor): “Ağır işkence altındaydı. Rengi yeşile dönmüştü. Ayağa kalkamıyordu. Kafasına açılan delikten elektrik veriliyordu. Ellerinde, ayaklarında felç vardı. Kemikleri üzerinde tepiniyorlardı. Çok özel işkence...”
 (Aslan Şener Yıldırım anlatımı): “En çok Nurettin’in üzerinde duruyorlardı. Onu aldıktan 2-2,5 saat sonra baygın bir şekilde üzerinde donuyla getirip odanın ortasına yatırdılar. Bir saat sonra kendine geldiğinde tekrar aldılar. Gene baygın şekilde getirip odanın ortasına yatırdılar. Sürekli titriyordu. Ara ara kendine gelir gibi olduğunda su istiyordu. Üçüncü ya da dördüncü gün durumu çok ağırlaşmıştı. Artık kendine gelemiyordu. Temasları duyup duymadığını öğrenmek için sürekli sopayla ayaklarına, ellerine, vücuduna, sırtına vuruyorlardı. Hiçbir tepki göstermiyordu. Kendisini Şube Müdürü Tayyar Sevenler olarak tanıtan şahıs, Nurettin’i o şekilde görünce sorguyu yürüten THKO-B timi diye adlandırılan timin şefine ‘Siz bu işi bilmiyorsunuz. Okul bitirmekle adam olduk sanıyorsunuz. Biz on senedir bu işi yapıyoruz. Artık sözümüz de dinlenmiyor. Öldürecekseniz bunun da yöntemi var. Bu şekilde olmaz. Buna biraz süt verin.’ dedi. Ama çenesi açılmadığından süt içiremediler. Sonra alıp götürdüler. Bir daha geri getirmediler. Ben de sorguda askıya asılırken elbiselerimi soyuyorlardı. Nurettin’i götürdüklerinden iki gün sonra sorgudan elbisesiz gelmiştim. Elbiselerimi istediğimde ‘Al bunları giy’ diye Nurettin’inkileri verdiler. ‘Onlar Nurettin’in, ona lazım olur’ dedim. O zaman polis, ‘Artık onun elbiseye ihtiyacı yok, size miras bıraktı’ dedi.”


Mehmet Ceren’in ölümü (Hasan Doğan anlatıyor): “Sabah oldu. Mesai saati başlamış, işkenceciler kalabalık şekilde içeriye dalmışlardı. Yarım saat geçmemişti ki kelepçelerimizi çözerek, ikimizi de başka bir odaya koydular. Meydan dayağı başlamıştı. Yumrukla, tekmeyle oradan oraya itekleniyorduk. Mehmet, işkencecilerin küfürlerine karşılık veriyordu. Bunu hazmedemediklerinden Mehmet’e yüklendiler. ‘Bize gelmeden Adana’ya gidersin ha!’ laflarıyla direnişini kırmaya çalışıyorlardı. Beni başka bir yere götürdüler. Mehmet’in kaldığı odaya yakın bir odaydı. Mehmet’in haykırışlarını duyabiliyordum. Ara sıra işkenceyi kesip ‘Konuş ulan, burada herkesi konuşturduk, fazla dayak yemeden  konuş, yatırın şunu’ diye bağıran işkencecilerin seslerini duyabiliyordum.
İşkence aralıksız 3-4 saate yakın bir zaman sürdü. Mehmet’in bağırması birden kesildi. ‘Kolonyayı getirin, çabuk olun’ sözleri ve ardından işkencecilerde koşuşma, telaş başladı. Bu durum 10-15 dakika sürdü. Mehmet baygınlık geçirdi galiba diye düşündüm; sesini, bağırmasını bir daha duymadım. Beni işkenceye götürmemişlerdi, hayret!
Gecenin ilerleyen saatleriydi; beni başka bir odaya aldılar. En az 10 kişi vardı. ‘Hasan sana dokunmayacağız, sadece bir şey soracağız, doğru söyleyeceksin. Dün akşam seninle getirdiğimiz Mehmet Ceren aniden hastalanıp öldü. Sana yolda gelirken ‘Hastayım’ gibi bir şeyler söyledi mi?’ ‘Hayır’ dedim. Bunun üzerine ‘Orospu çocuğu, yalan söylüyordun, Askerler de duymuş, seni de onun yanına yollarım, karar ver’ diye bağırdılar. Korkmuştum. Yaklaşık 20 saat beraber kaldığım, bana direnmemi, boyun eğmememi söyleyen, beni soğuktan korumak için parkasını paylaşan Mehmet Ceren arkadaşım işkencede katledilmişti. İşkence tehditle, kendi ağızlarıyla yazdırdıkları ifadeyi bana imzalattılar.”
(İşkenceci polis Sedat Caner’in itirafı): “Ceren kasap askısına alınmış, erkeklik organına da elektrik veriliyordu. İşkence aletinden indirilirken ayakları bağdan kurtuldu ve altında duran lastiğin kenarına çarpınca boyun kemiği kırılmıştır. Ölümü işkenceden dolayı olmuştur. Ertesi gün Ceren’in gömleği ile kendini asarak öldürdüğü söylendi.”