Turan Sağlam’ın ölümü (Davut Aksu TBMM Cemil
Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor): Çok insan vardı ama onun hâli çok perişandı
ve o kadar çok dövülmüştü ki diz kısmından aşağıya damarlar dışarıya çıkmıştı,
yürüdüğünde kan dökülüyordu ve çok hâlsiz ve bitkindi. Büyük bir oda vardı.
Binaya giriyorsunuz, sağ tarafa bir giriş var, orada sizi karşılıyorlar, orada
kalorifer borularına bağlanıyorsunuz, kelepçeleniyorsunuz, ayaküstünde
tutuluyorsunuz. Sonra bir daha oda var, orada da bağlanılıyor, orada da
insanlar var ama esas itibarıyla üst tarafta, ikinci katta, ne yapılıyorsa,
işte şiddet, yöntemli işkence orada yapılıyor. Turan Sağlam oradaydı ve
dört-beş gün sonra bilinç kaybıyla “Annemi özledim, anneme gitmek istiyorum.”
diye konuşuyordu ve sonra kaldırıldı, onun öldüğünü öğrendik. Sarıkamış Askerî
Hastanesinde ölmüştü. Sonradan sanıyorum ailesi o dönemde müdahale etti, mezarı
açıldı, akıbetini bilmiyorum, sonuç ne oldu bilmiyorum.
Mahmut Kaya’nın ölümü: (Davut Aksu TBMM Cemil
Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor): 26’sı ile 27’si arasında “Mahmut Kaya” diye
bir insan geldi oraya, getirdiler, Adil Gökçe, ondan sonra Mahmut Kaya. Yılbaşı
da olabilirdi, yılbaşını bir gün geçmiş de olabilirdi, o süre yoğun bir işkence
yapıldı, yan yana bağlandık, belden aşağıya simsiyah olmuştu ve deri, çekildiğinde
kopuyordu, kangrene dönmüş olabilirdi, simsiyahtı. Sanıyorum saat üç
sıralarıydı. “Bitlis’te beş minare” diye bir türküyü okudu. Şu anda hayatımda
“Bitlis’te beş minare”yi duyduğumda benim için hayat orada biraz durdu diye
düşünüyorum ve bir şeyleri çağrıştırıyor, dinleyemiyorum artık o türküyü. Saat
üç gibiydi, ağzından su geldi ve yanımda bu insan öldü orada. Bizi içerideki odaya
aldılar. Büyük, kocaman bir oda var, ikisi de çok büyük, kocaman, eski yapı
olduğu için kocaman odalardı, oraya aldılar, sonra telâşe… Ama o arada ben
yanındayken benim de yürüyecek hâlim yoktu… şimdi de vücudumda o işkence izleri
var, size de gösterebilirim, ayakaltlarımda, parmaklarımda vesaire, bunlar
önemli değil. Mahmut Kaya orada, nabzını kontrol ettim, öldüğünü̈ anladım,
hatta ve hatta polisin biri ne kadar soğukkanlı yani küfürlü̈ falan, “Nabız kontrol
ediyor.” falan diye… şiddete o kadar alışkın olmuşsunuz ki artık
ağlayamıyorsunuz, tepki gösteremiyorsunuz…
Cemil Kırbayır’ın ölümü: (Çetin Aşula TBMM
Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor) Sorgucu Cemil abiye “Çok mu masumsun?”
dedi ve Cemil Ağabey şöyle bir yanıt verdi, net ama net, zaten bu dinlediğimiz
son sözleri oldu, yani en son hançeresinden çıkan mantıklı sözler bunlardı, diğerleri
iniltiydi: “Biz kızlarımızı Kayserilere ve Niğdelilere parayla satmıyoruz, biz
gazyağı, sigarayı, şekeri karaborsa satmıyoruz, biz Göle’yi geneleve
çevirmedik, biz tefecilik yapmıyoruz, bütün bunları yapanlar kendi devranlarını
sürsünler diye, rantları kesilmesin diye bizi şikâyet ediyorlar ki düzenleri
devam etsin. Biz namuslu insanlarız, onlar namussuz insanlar bunları yapanlar.”
Ve bir ses geldi o anda “Dank” diye böyle. Tahminen -yani yorum yapıyorum- ya
kafasını duvara vurdular ya kendini kafasıyla duvara vurdular ya da kum
torbasını önden vurdular, duvara değdi ama duvara değdiği kesin çünkü̈ o ses
duvar dışında hiçbir şeyden gelmez. Böyle tok bir ses yani ve sonra bir
sessizlik. Bir inilti başladı Cemil Ağabey’de ve “Ben ölüyorum, ağabey beni
hastaneye götürün.” dedi. “İstifra et” dedi polis, istifra… “Hastaneye götürün,
ben ölü̈…” Fakat sesi perde perde sönüyor ve sanırım o anda bir tane görevli
elini ağzına soktu. Bu benim yorumum, hatta “Hep sok, sok” dedi biri “Sok, sok”
dedi böyle veya onun elini sokturdular ağzına, istifra etti ama gür bir şekilde
böyle. Ve sonra “Ağabey, ağabey, ölüyorum ağabey, beni hastaneye götürün.”
Sonra ses tonu indi, indi, indi… “Tamam Cemil, tamam koçum, merak etme, panik
yapma, biz seni, tamam aslanım hemen hastaneye götürüyoruz.” falan dediler ve
büyük bir koşuşturma başladı, ayak sesleri çoğaldı. Anladığım kadarıyla, bir
panik ortamı vardı ve sanırım içeriye ya sedye girdi ya da bunu karga tulumba
götürdüler birçok kişi. Fakat sessizlik oldu, hiç çıt yok.
Cengiz Aksakal’ın ölümü (Hafik Dursun
ifadesi): “Jandarma alayı olan bir binaya götürüldüğünü, bir hücreye
konulduğunu, bazen hücreye, bazen de
dışarıya çıkarılarak hücredekileri dövdüklerini, maktulün Üsteğmen Ferit ve
Astsubay Mecdi ve iki sivil polis tarafından dövüldüğünü, bir gece kendisini
spor salonuna götürdüklerini, Mecdi astsubayın kendisine işkence yaptığını, bir
ara gözünü açtığında Cengiz Aksakal’ın yerde yattığını, yanında Ferit Ildarır
ve birkaç sivil şahsın olduğunu, Aksakal’a copla vurup üzerine su döktüklerini,
arada manyeto sesi geldiğini, karısını ve çocuklarının isimlerini ve ‘Üşüyorum’
diye sayıkladığını, inlediğini, yine bir gün sayıklaya sayıklaya hücresinden
çıktığını gördüğünü, elbiselerinin üzerinde olmadığını, sadece beyaz külotunun
olduğunu, iki büklüm vaziyette eğilmiş olduğunu, yüzü, karnı, göğsü ve dizinden
aşağıya her tarafının yara içinde olduğunu...”
(Salim Karagöz ifadesi): “Üsteğmen Ferit ile
Astsubay Mecdi’nin gerek kendisini gerekse maktulü salona çıkartıp
dövdüklerini, bir gece kendisini sorgulamak için götürdüklerini, işkenceye
dayanamayınca gözlerini açtığını, 3 sivil ile birlikte Üsteğmen Ferit ve
Astsubay Mecdi’nin maktul Cengiz’i dövdüklerini gördüğünü, maktulün üzerinde
sadece külodunun bulunduğunu, suların içerisinde yatmakta olduğunu, bitkin
vaziyette, suçsuz olduğunu sayıkladığını, maktulün kollarından kalorifer
borusuna bağlandığını gördüğünü, kendisinin tutanağı imzalamayacağını söylemesi
üzerine Üsteğmen Ferit’in maktulün felç olduğunu, kurtulamayacağını söyleyerek,
‘Bunun durumuna kalmak istemiyorsan bu kağıtları imzala’ dediğini, maktulün
daha sonra öldüğünü duyduğunu...”
Nurettin Yedigöl’ün ölümü (Ümit Efe Kutluğ
anlatıyor): “Ağır işkence altındaydı. Rengi yeşile dönmüştü. Ayağa
kalkamıyordu. Kafasına açılan delikten elektrik veriliyordu. Ellerinde,
ayaklarında felç vardı. Kemikleri üzerinde tepiniyorlardı. Çok özel işkence...”
Mehmet Ceren’in ölümü (Hasan Doğan anlatıyor):
“Sabah oldu. Mesai saati başlamış, işkenceciler kalabalık şekilde içeriye
dalmışlardı. Yarım saat geçmemişti ki kelepçelerimizi çözerek, ikimizi de başka
bir odaya koydular. Meydan dayağı başlamıştı. Yumrukla, tekmeyle oradan oraya
itekleniyorduk. Mehmet, işkencecilerin küfürlerine karşılık veriyordu. Bunu
hazmedemediklerinden Mehmet’e yüklendiler. ‘Bize gelmeden Adana’ya gidersin
ha!’ laflarıyla direnişini kırmaya çalışıyorlardı. Beni başka bir yere
götürdüler. Mehmet’in kaldığı odaya yakın bir odaydı. Mehmet’in haykırışlarını
duyabiliyordum. Ara sıra işkenceyi kesip ‘Konuş ulan, burada herkesi
konuşturduk, fazla dayak yemeden konuş,
yatırın şunu’ diye bağıran işkencecilerin seslerini duyabiliyordum.
İşkence aralıksız 3-4 saate yakın bir zaman
sürdü. Mehmet’in bağırması birden kesildi. ‘Kolonyayı getirin, çabuk olun’
sözleri ve ardından işkencecilerde koşuşma, telaş başladı. Bu durum 10-15
dakika sürdü. Mehmet baygınlık geçirdi galiba diye düşündüm; sesini,
bağırmasını bir daha duymadım. Beni işkenceye götürmemişlerdi, hayret!
Gecenin ilerleyen saatleriydi; beni başka bir
odaya aldılar. En az 10 kişi vardı. ‘Hasan sana dokunmayacağız, sadece bir şey
soracağız, doğru söyleyeceksin. Dün akşam seninle getirdiğimiz Mehmet Ceren
aniden hastalanıp öldü. Sana yolda gelirken ‘Hastayım’ gibi bir şeyler söyledi
mi?’ ‘Hayır’ dedim. Bunun üzerine ‘Orospu çocuğu, yalan söylüyordun, Askerler
de duymuş, seni de onun yanına yollarım, karar ver’ diye bağırdılar.
Korkmuştum. Yaklaşık 20 saat beraber kaldığım, bana direnmemi, boyun eğmememi
söyleyen, beni soğuktan korumak için parkasını paylaşan Mehmet Ceren arkadaşım
işkencede katledilmişti. İşkence tehditle, kendi ağızlarıyla yazdırdıkları
ifadeyi bana imzalattılar.”
(İşkenceci polis Sedat Caner’in itirafı): “Ceren
kasap askısına alınmış, erkeklik organına da elektrik veriliyordu. İşkence
aletinden indirilirken ayakları bağdan kurtuldu ve altında duran lastiğin
kenarına çarpınca boyun kemiği kırılmıştır. Ölümü işkenceden dolayı olmuştur.
Ertesi gün Ceren’in gömleği ile kendini asarak öldürdüğü söylendi.”