13 Mayıs 2012 Pazar

İsmail Saymaz / Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim: 12 Eylül'ün Beş Öyküsü


Turan Sağlam’ın ölümü (Davut Aksu TBMM Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor): Çok insan vardı ama onun hâli çok perişandı ve o kadar çok dövülmüştü ki diz kısmından aşağıya damarlar dışarıya çıkmıştı, yürüdüğünde kan dökülüyordu ve çok hâlsiz ve bitkindi. Büyük bir oda vardı. Binaya giriyorsunuz, sağ tarafa bir giriş var, orada sizi karşılıyorlar, orada kalorifer borularına bağlanıyorsunuz, kelepçeleniyorsunuz, ayaküstünde tutuluyorsunuz. Sonra bir daha oda var, orada da bağlanılıyor, orada da insanlar var ama esas itibarıyla üst tarafta, ikinci katta, ne yapılıyorsa, işte şiddet, yöntemli işkence orada yapılıyor. Turan Sağlam oradaydı ve dört-beş gün sonra bilinç kaybıyla “Annemi özledim, anneme gitmek istiyorum.” diye konuşuyordu ve sonra kaldırıldı, onun öldüğünü öğrendik. Sarıkamış Askerî Hastanesinde ölmüştü. Sonradan sanıyorum ailesi o dönemde müdahale etti, mezarı açıldı, akıbetini bilmiyorum, sonuç ne oldu bilmiyorum.


Mahmut Kaya’nın ölümü: (Davut Aksu TBMM Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor): 26’sı ile 27’si arasında “Mahmut Kaya” diye bir insan geldi oraya, getirdiler, Adil Gökçe, ondan sonra Mahmut Kaya. Yılbaşı da olabilirdi, yılbaşını bir gün geçmiş de olabilirdi, o süre yoğun bir işkence yapıldı, yan yana bağlandık, belden aşağıya simsiyah olmuştu ve deri, çekildiğinde kopuyordu, kangrene dönmüş olabilirdi, simsiyahtı. Sanıyorum saat üç sıralarıydı. “Bitlis’te beş minare” diye bir türküyü okudu. Şu anda hayatımda “Bitlis’te beş minare”yi duyduğumda benim için hayat orada biraz durdu diye düşünüyorum ve bir şeyleri çağrıştırıyor, dinleyemiyorum artık o türküyü. Saat üç gibiydi, ağzından su geldi ve yanımda bu insan öldü orada. Bizi içerideki odaya aldılar. Büyük, kocaman bir oda var, ikisi de çok büyük, kocaman, eski yapı olduğu için kocaman odalardı, oraya aldılar, sonra telâşe… Ama o arada ben yanındayken benim de yürüyecek hâlim yoktu… şimdi de vücudumda o işkence izleri var, size de gösterebilirim, ayakaltlarımda, parmaklarımda vesaire, bunlar önemli değil. Mahmut Kaya orada, nabzını kontrol ettim, öldüğünü̈ anladım, hatta ve hatta polisin biri ne kadar soğukkanlı yani küfürlü̈ falan, “Nabız kontrol ediyor.” falan diye… şiddete o kadar alışkın olmuşsunuz ki artık ağlayamıyorsunuz, tepki gösteremiyorsunuz…


Cemil Kırbayır’ın ölümü: (Çetin Aşula TBMM Cemil Kırbayır Komisyonu’na anlatıyor) Sorgucu Cemil abiye “Çok mu masumsun?” dedi ve Cemil Ağabey şöyle bir yanıt verdi, net ama net, zaten bu dinlediğimiz son sözleri oldu, yani en son hançeresinden çıkan mantıklı sözler bunlardı, diğerleri iniltiydi: “Biz kızlarımızı Kayserilere ve Niğdelilere parayla satmıyoruz, biz gazyağı, sigarayı, şekeri karaborsa satmıyoruz, biz Göle’yi geneleve çevirmedik, biz tefecilik yapmıyoruz, bütün bunları yapanlar kendi devranlarını sürsünler diye, rantları kesilmesin diye bizi şikâyet ediyorlar ki düzenleri devam etsin. Biz namuslu insanlarız, onlar namussuz insanlar bunları yapanlar.” Ve bir ses geldi o anda “Dank” diye böyle. Tahminen -yani yorum yapıyorum- ya kafasını duvara vurdular ya kendini kafasıyla duvara vurdular ya da kum torbasını önden vurdular, duvara değdi ama duvara değdiği kesin çünkü̈ o ses duvar dışında hiçbir şeyden gelmez. Böyle tok bir ses yani ve sonra bir sessizlik. Bir inilti başladı Cemil Ağabey’de ve “Ben ölüyorum, ağabey beni hastaneye götürün.” dedi. “İstifra et” dedi polis, istifra… “Hastaneye götürün, ben ölü̈…” Fakat sesi perde perde sönüyor ve sanırım o anda bir tane görevli elini ağzına soktu. Bu benim yorumum, hatta “Hep sok, sok” dedi biri “Sok, sok” dedi böyle veya onun elini sokturdular ağzına, istifra etti ama gür bir şekilde böyle. Ve sonra “Ağabey, ağabey, ölüyorum ağabey, beni hastaneye götürün.” Sonra ses tonu indi, indi, indi… “Tamam Cemil, tamam koçum, merak etme, panik yapma, biz seni, tamam aslanım hemen hastaneye götürüyoruz.” falan dediler ve büyük bir koşuşturma başladı, ayak sesleri çoğaldı. Anladığım kadarıyla, bir panik ortamı vardı ve sanırım içeriye ya sedye girdi ya da bunu karga tulumba götürdüler birçok kişi. Fakat sessizlik oldu, hiç çıt yok.


Cengiz Aksakal’ın ölümü (Hafik Dursun ifadesi): “Jandarma alayı olan bir binaya götürüldüğünü, bir hücreye konulduğunu,  bazen hücreye, bazen de dışarıya çıkarılarak hücredekileri dövdüklerini, maktulün Üsteğmen Ferit ve Astsubay Mecdi ve iki sivil polis tarafından dövüldüğünü, bir gece kendisini spor salonuna götürdüklerini, Mecdi astsubayın kendisine işkence yaptığını, bir ara gözünü açtığında Cengiz Aksakal’ın yerde yattığını, yanında Ferit Ildarır ve birkaç sivil şahsın olduğunu, Aksakal’a copla vurup üzerine su döktüklerini, arada manyeto sesi geldiğini, karısını ve çocuklarının isimlerini ve ‘Üşüyorum’ diye sayıkladığını, inlediğini, yine bir gün sayıklaya sayıklaya hücresinden çıktığını gördüğünü, elbiselerinin üzerinde olmadığını, sadece beyaz külotunun olduğunu, iki büklüm vaziyette eğilmiş olduğunu, yüzü, karnı, göğsü ve dizinden aşağıya her tarafının yara içinde olduğunu...”
(Salim Karagöz ifadesi): “Üsteğmen Ferit ile Astsubay Mecdi’nin gerek kendisini gerekse maktulü salona çıkartıp dövdüklerini, bir gece kendisini sorgulamak için götürdüklerini, işkenceye dayanamayınca gözlerini açtığını, 3 sivil ile birlikte Üsteğmen Ferit ve Astsubay Mecdi’nin maktul Cengiz’i dövdüklerini gördüğünü, maktulün üzerinde sadece külodunun bulunduğunu, suların içerisinde yatmakta olduğunu, bitkin vaziyette, suçsuz olduğunu sayıkladığını, maktulün kollarından kalorifer borusuna bağlandığını gördüğünü, kendisinin tutanağı imzalamayacağını söylemesi üzerine Üsteğmen Ferit’in maktulün felç olduğunu, kurtulamayacağını söyleyerek, ‘Bunun durumuna kalmak istemiyorsan bu kağıtları imzala’ dediğini, maktulün daha sonra öldüğünü duyduğunu...”


Nurettin Yedigöl’ün ölümü (Ümit Efe Kutluğ anlatıyor): “Ağır işkence altındaydı. Rengi yeşile dönmüştü. Ayağa kalkamıyordu. Kafasına açılan delikten elektrik veriliyordu. Ellerinde, ayaklarında felç vardı. Kemikleri üzerinde tepiniyorlardı. Çok özel işkence...”
 (Aslan Şener Yıldırım anlatımı): “En çok Nurettin’in üzerinde duruyorlardı. Onu aldıktan 2-2,5 saat sonra baygın bir şekilde üzerinde donuyla getirip odanın ortasına yatırdılar. Bir saat sonra kendine geldiğinde tekrar aldılar. Gene baygın şekilde getirip odanın ortasına yatırdılar. Sürekli titriyordu. Ara ara kendine gelir gibi olduğunda su istiyordu. Üçüncü ya da dördüncü gün durumu çok ağırlaşmıştı. Artık kendine gelemiyordu. Temasları duyup duymadığını öğrenmek için sürekli sopayla ayaklarına, ellerine, vücuduna, sırtına vuruyorlardı. Hiçbir tepki göstermiyordu. Kendisini Şube Müdürü Tayyar Sevenler olarak tanıtan şahıs, Nurettin’i o şekilde görünce sorguyu yürüten THKO-B timi diye adlandırılan timin şefine ‘Siz bu işi bilmiyorsunuz. Okul bitirmekle adam olduk sanıyorsunuz. Biz on senedir bu işi yapıyoruz. Artık sözümüz de dinlenmiyor. Öldürecekseniz bunun da yöntemi var. Bu şekilde olmaz. Buna biraz süt verin.’ dedi. Ama çenesi açılmadığından süt içiremediler. Sonra alıp götürdüler. Bir daha geri getirmediler. Ben de sorguda askıya asılırken elbiselerimi soyuyorlardı. Nurettin’i götürdüklerinden iki gün sonra sorgudan elbisesiz gelmiştim. Elbiselerimi istediğimde ‘Al bunları giy’ diye Nurettin’inkileri verdiler. ‘Onlar Nurettin’in, ona lazım olur’ dedim. O zaman polis, ‘Artık onun elbiseye ihtiyacı yok, size miras bıraktı’ dedi.”


Mehmet Ceren’in ölümü (Hasan Doğan anlatıyor): “Sabah oldu. Mesai saati başlamış, işkenceciler kalabalık şekilde içeriye dalmışlardı. Yarım saat geçmemişti ki kelepçelerimizi çözerek, ikimizi de başka bir odaya koydular. Meydan dayağı başlamıştı. Yumrukla, tekmeyle oradan oraya itekleniyorduk. Mehmet, işkencecilerin küfürlerine karşılık veriyordu. Bunu hazmedemediklerinden Mehmet’e yüklendiler. ‘Bize gelmeden Adana’ya gidersin ha!’ laflarıyla direnişini kırmaya çalışıyorlardı. Beni başka bir yere götürdüler. Mehmet’in kaldığı odaya yakın bir odaydı. Mehmet’in haykırışlarını duyabiliyordum. Ara sıra işkenceyi kesip ‘Konuş ulan, burada herkesi konuşturduk, fazla dayak yemeden  konuş, yatırın şunu’ diye bağıran işkencecilerin seslerini duyabiliyordum.
İşkence aralıksız 3-4 saate yakın bir zaman sürdü. Mehmet’in bağırması birden kesildi. ‘Kolonyayı getirin, çabuk olun’ sözleri ve ardından işkencecilerde koşuşma, telaş başladı. Bu durum 10-15 dakika sürdü. Mehmet baygınlık geçirdi galiba diye düşündüm; sesini, bağırmasını bir daha duymadım. Beni işkenceye götürmemişlerdi, hayret!
Gecenin ilerleyen saatleriydi; beni başka bir odaya aldılar. En az 10 kişi vardı. ‘Hasan sana dokunmayacağız, sadece bir şey soracağız, doğru söyleyeceksin. Dün akşam seninle getirdiğimiz Mehmet Ceren aniden hastalanıp öldü. Sana yolda gelirken ‘Hastayım’ gibi bir şeyler söyledi mi?’ ‘Hayır’ dedim. Bunun üzerine ‘Orospu çocuğu, yalan söylüyordun, Askerler de duymuş, seni de onun yanına yollarım, karar ver’ diye bağırdılar. Korkmuştum. Yaklaşık 20 saat beraber kaldığım, bana direnmemi, boyun eğmememi söyleyen, beni soğuktan korumak için parkasını paylaşan Mehmet Ceren arkadaşım işkencede katledilmişti. İşkence tehditle, kendi ağızlarıyla yazdırdıkları ifadeyi bana imzalattılar.”
(İşkenceci polis Sedat Caner’in itirafı): “Ceren kasap askısına alınmış, erkeklik organına da elektrik veriliyordu. İşkence aletinden indirilirken ayakları bağdan kurtuldu ve altında duran lastiğin kenarına çarpınca boyun kemiği kırılmıştır. Ölümü işkenceden dolayı olmuştur. Ertesi gün Ceren’in gömleği ile kendini asarak öldürdüğü söylendi.”

18 Nisan 2012 Çarşamba

Yasunari Kavabata / Karlar Ülkesi


· Sesi öyle güzeldi ki, insana hüzünlü geliyordu. O çın çın ötüşüyle karlı gecenin ta uzaklarından, yankılar yapa yapa döner gelir gibiydi. s.18

· Şimamura balenin “vuslatına ermek” istemiyor, kendi hayalinde, Batı’dan gelme kitap ve resimlerle canlanan görüntülerin tadını çıkarıyordu. Hiç görmediği birine aşık olmakla birdi bu. s.33

· Haylaz yaradılışlı kimseler rahatları bozulmasın diye, girdikleri çevrenin rengini almaya çalışırlar. Şimamura gittiği yerlerin ruhunu iç güdüsüyle kapıverirdi. s.34

· Kadının beyaz pudralı yüzü erkeğin aklına karlar ülkesinin soğuğunu getirdi. s.42-3

· Haşin, yalın bir gece manzarası... Her yeri kaplayan karların don tutarken çıkardığı çatırtı toprağın ta içinde, derinden derine gümbürder gibiydi. Ay yoktu. İnanılmayacak kadar sayısız görünen yıldızlar öyle parlar ve yakındılar ki, boşluğun dönüşündeki hızdan düşüp dökülür gibiydiler. Yıldızlar yaklaştıkça gökyüzü geri geri çekilerek gecenin rengine karışıyordu. Sınır dağlarının birbirinden ayırt edilemeyen tepeleri, yaldızlı göğün eteklerine bütün ağırlıklarıyla yaslanmışlardı; büyük ve yüksek oluşlarını göstermeden duyumsatan derin bir siyahlıkla... Gecenin tüm görünümü duru, durgun bir uyum içinde bütünleşiyordu. s.46-7

· Kadının saçı, pencere camı, kendi kimonosunun kumaşı... dokunduğu her şey Şimamura’nın şimdiye dek bilmediği bir soğukluktaydı. s.47

· Aynanın derinindeki beyazlık karın rengiydi ve bu beyazlığın orta yerinde, kadının yanaklarının gelincik alı yüzüyordu. Sözle anlatılmaz, taptaze bir güzellik vardı bu renklerin karşıtlığında. s.49

· On iki, on üç yaşlarında bir kız çocuğu bir kenarda, sırtını bir duvara dayayıp durmuş örgü örüyordu. Bol şalvarının altından görünün ayaklarına yalnızca sandalet giymişti. Şimamura onun tabanlarının soğuktan kızarıp çatlamış olduğunu görebiliyordu. İki yaşlarında gösteren bir kız çocuğu onun yanında, bir odun yığınının üstüne çıkmış, büyük bir sabırla yün yumağını tutmaktaydı. Küçük kızdan büyüğüne süzülen soluk, kül rengi yün çizgisi bile, sımsıcak bir ışık saçar gibiydi. s.51

· Ev eski ve haraptı, ihtiyar bir abanoz ağacının çiçek bozuğu gövdesi gibi... s.53

· Yeni soyulmuş bir soğanın ya da açılmamış bir zambağın diriliğini andıran tenine, ta boynuna kadar, hafif bir pembelik yayılmıştı. s.69

· Komako bekleme salonunun kapalı penceresinin iç tarafında duruyordu. Trenden bakılınca, yoksul bir köy bakkalının kirli vitrininde, tek bir tane kalmış garip bir meyvayı andırıyordu. s.77

· Ay, o ilk beyazlığını yitirmiş, belli belirsiz renklenmişti, ama kış gecelerinin duru soğukluğunu daha almamıştı. s.78

· Karşıdaki sedir koruluğunda tayyare böcekleri, sayısız sürüler halinde uçuşuyorlardı, rüzgarda hindiba tüyleri gibi: Irmak sedir dallarının ucundan dökülüyor sanırdınız. s.81-2

· Beyaz bir duvarın geniş saçakları altında, şalvar ve yepyeni olduğu anlaşılan alev rengi kimono giymiş bir küçük kız çocuğu lastik top oynuyordu. Şimamura bu görüntüde sonbaharı buldu. s.95

· Gerçi avarenin biriydi; günlerini ha dağda geçirmiş, ha bayırda; hiç fark etmezdi. Gene de dağcılığa “boşuna çaba”nın bir örneği gözüyle bakardı. Bu yüzden de bu spor, gerçek dışı şeylerin büyüsüyle çekerdi onu. s.97

· Komako gülümseyerek başını salladı. Sonra bir kor parçasının alev alışı gibi, gülümseyişi bir kahkaha olup çıktı. s.98

· Şu Tokyo’lular çapraşık insanlar. Öyle bir gürültü kargaşalık arasında yaşıyorlar ki, duyguları bölük pörçük oluyor. s.101

· [G]erçekten sevebilmek kadınlara vergi, bu dünyada. s.110

· Yol boyundaki alçak, karanlık evler yangının ışığında bir görünüp bir silindikçe soluk alıp verir gibiydiler. s.141

10 Nisan 2012 Salı

Yasunari Kavabata / Dağın Sesi (Yama no Oto)

Dağın Sesi, Nobel ödüllü Japon yazar Yasunari Kavabata'nın Türkçeye son çevrilen kitabı. Kavabata'nın Karlar Ülkesi, Bin Beyaz Turna, Göl, Go Ustası, Kiyoto ve İzu Dansözü kitapları da dilimize çevrilmiş ama maalesef ki çoğunun baskıları tükenmiş. Karlar Ülkesi ve Bin Beyaz Turna'yı okumuştum, onlar hakkında da birer yazı yazmak istiyorum. Ama herşey sırayla :)


Diğer Kavabata romanları gibi Dağın Sesi'nde de okuyucuyu ilk cezbeden 50li yılların Japonya'sı: kabuklu deniz hayvanları, yeşil soya fasulyeleri, pamuklu kimonolar, kasede içilen çaylar, tapınakların çanları ve gingko ağaçları, trenler ve taşra istasyonları, bonzailer, serçeler ve kirazkuşları, No maskeleri, bir sokak boyunca sözleşip bahçelerine aynı çiçekleri diken evler, geyşalar..


Savaş ise gelenekselin huzurunu parçalayan, kişileri ve toplumu bozan etken olarak romanın içine oturduğu atmosferi şekillendiriyor. Kikuko kocasından korkuyor. Şingo, Şuiçi'nin içindeki karanlığın sebebinin savaşa gitmesi olduğunu söylüyor. Sevgililerini ve kocalarını kaybetmiş "savaş dulları" tek başlarına hayata tutunmaya çalışıyorlar, Şuiçi'nin metresi Kinuko da onlardan biri. 


Okuyup bitirip üzerinde düşünmeye başladığımda ise Dağın Sesi bana çok düzlemli bir yin-yang roman gibi geliyor. Romanın ilk eksenini Şingo ile Kikuko'nun ilişkisi oluşturuyor. Romanın temel karakteri Şingo, altmış yaşının üzerinde, çocuklarını evlendirmiş ve hayatının arkadaşlarını birer birer gömdüğü bir çağına girmiş bir aile babası. Yirmi yaşlarında, çocukluktan kadınlığa geçme evresindeki gelini Kikuko'ya karşı giderek büyüyen bir yakınlık hissediyor. 


Romanın ikinci ekseni ise ölüm/tükenme ve yaşam/doğma/yenilenme. Şingo, içinde bir tanpınak gongu gibi gümleyen "dağın sesi"ni her duyduğunda sevdiği birinin öleceğini hissediyor. Rüyasında ölüleri görüyor ve roman boyunca cenazelere gidiyor. İntihar edenler, intiarı deneyenler ve intiharı düşünenlerden bahsediliyor. Kikuko kürtaj oluyor. Şingo erken bunama belirtileri gösteriyor. Bir yandan da Yaşam, köpek Teru’nun yavruları gibi kendini dünyaya “bırakıyor”. Fırtınanın yapraksız bıraktığı gingkolar yeniden yapraklanıyor, aileyi simgeleştiren kiraz ağacı her bahar daha bir yerine yerleşip daha çok çiçek açıyor, torunlar büyüyor, Şingo'nun oğlunun metresi Kinuko hamile kalıyor - ve iki bin yıllık lotus tohumları yeşeriyor. Gençlik rüyaları gören Şingo'nun da İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında lotus tohumları gibi "uyuduğunu", gelininin sıcaklığıyla "uyanmaya başladığını" söyleyebiliriz. 


Geleneksel-modern çatışması üçüncü ekseni oluşturuyor. Kavabata, modernliğin yozlaşma getirdiğini düşünüyor olmalı. Şingo'nun evinde önceki yüzyılda anakronik kaçacak hiçbir şey yok. Kimonolar giyilip obiler bağlanıyor, kadınlar yemek ve evişi yapıyor, su kuyudan çekiliyor.. Eve ilk elektronik eşyalar romanın sonuna doğru, Şingo kendisine nihayet Kikuko'ya karşı hislerini itiraf edebildiği ve kendi "bozulmuşluğunu" kabul edebildiği zaman giriyor. Kikuko da evden gitmeyi Şingo'dan ayrı kalacağı için istemediğini söylediğinde, onun da Şingo'ya karşı duygularını seziyoruz. Törensel bir hediye alışverişi gibi: Kikuko Şingo'ya traş makinası hediye ediyor, Şingo da ona elektrik süpürgesi alıyor. 


Roman beklemedğim bir şekilde bitti. Şingo'nun kızı Fusako bir mağaza, hatta belki bir meyhane açmak istiyor. Kikuko bunu duyunca çok heyecanlanıyor, ona yarım etmek istiyor. Üzerinde düşündüğümde ise uygun bir son gibi geldi: Roman Şingo'nun romanı olarak başladı, Kikuko'nunki olarak bitiyor. Kikuko özgürleşiyor, bağımsızlaşıyor, kendi hayatını yaşamaya başlıyor. Sanıyorum böylece Kavabata, Kikuko'yu olumlu modernleşme - hani bizde de bir zamanlar çok moda olan "Batı'nın teknolojisini aldık amma kültürünü almadık" ideali yolunda yürüterek romanı bitiriyor. 




· Şingo horultuları durdurmak için karısının burnunu sıkardı. Bu işe yaramazsa, kadının boğazına sarılıp onu sarsardı. Keyifsiz gecelerinde, çok uzun zamandır birlikte yaşadığı o yaşlanmış bedenden tiksinirdi. s.9

· Kamakura’nın bu dağlık, ücra bölgesinde geceleri bazen denizin sesi duyulabiliyordu. Şingo belki de denizin sesini duyduğunu düşündü. Ama hayır... dağın sesiydi.
  Rüzgar gibiydi, uzaktan geliyordu, ama yer gürlemesi gibi derindendi. Şingo kulaklarının çınlıyor olabileceğini düşünerek başını salladı.
  Ses kesilince birden korktu. Ölümün yaklaştığını haber almışçasına ürperdi. s.10-11

· Fusako istasyondan yürüyerek gelmiş, Kuniko’yu sırtında taşımış, Satoko’yu elinden tutmuş, diğer eliyle de bohçayı taşımıştı. Hoş bir görüntüydü herhalde, diye düşündü Şingo. s.23

· Her gece çekirgeler kiraz ağacından uçarak iniyordu.
  Şingo ağacın gövdesine yürüdü.
  Çırpılan kanatların sesiyle sarmalanmış halde yukarı baktı. Çekirgelerin sayısına ve kanat seslerine şaşırmıştı. Sanki bir serçe sürüsü havalanmıştı.
  Büyük ağaca bakarken çekirgeler havalanıyordu. s.32

· Kikuko’yu kasvetli bir evden dışarı açılan bir pencere olarak görüyordu. Akrabaları istediği gibi değillerdi ve kendi istedikleri şekilde yaşayamadıklarında kan bağı ağır ve bunaltıcı bir hale geliyordu.
  Gelini onu rahatlatıyordu.
  Ona iyi davranmak, yalnızlığı aydınlatan bir ışındı. Şingo’nun kendini şımartmasının, hayatına biraz yumuşaklık katmasının bir yoluydu. s.34-5

· Yasuko’da her gün okuduğu gazeteleri biriktirip sonradan tekrar göz atma alışkanlığı vardı. Durup dururken verdiği bir haberin kaç günlük olduğu belli olmazdı. Ayrıca saat dokuz haberlerini mutlaka can kulağıyla dinlediğinden, en akla gelmez konuları açabilirdi. s.41

· Toriyama ile karısını tanıyan çok insan kalmamıştı artık. Belki birkaçı hala hayattaydılar, ama o ilişkinin içyüzünü bilenler ölmüştü. Artık istediği gibi anımsama işi karısına kalmıştı. Geçmişi dikkatle inceleyebilecek üçüncü şahıslar yoktu. s.60

· Şuiçi’yi anlamıyorum, öyle iyi bir karısı var ki. Onu Kinu’nun yanında görmek hoşuma gitmiyor, ama karısını kıskanamam, ne kadar yakın gibi görünürlerse görünsünler beni rahatsız etmez. Yoksa mesele, erkeklerin başka kadınları kıskandırmayan kadınlardan hoşlanmamaları mı? s.91-2

· Şuiçi kalp kırıklığıyla ve kederle seslenir gibiydi. Başka hiçbir şeyi olmayan birinin sesiydi onunki. Acıyla, üzüntüyle ya da korkuyla annesine seslenen bir çocuk gibi inliyordu. Sesinde suçluluk duygusu da vardı sanki. Şuiçi kalbini zalimce gözler önüne sererek Kikuko’ya sesleniyor, onun gönlünü almaya çalışıyordu. Belki de sarhoşluğa sığınarak, sevgi dilenircesine sesleniyor, duyulmayacağını sanıyordu. Sanki Kikuko’ya saygı gösterisinde bulunuyordu.
  “Kikuko-o-oh, Kikuko-o-oh.” s.110

· Kikuko, başka bir kadının yanından gelen sarhoş kocasının bacaklarını dizlerinin üstüne koymuş, çoraplarını çıkarıyordu. Şingo ondaki müşfikliği hissetti. s.111

· Evlilik tehlikeli bir bataklık gibiydi, partnerlerin kabahatlerini yutar dururdu. Kinu’nun Şuiçi’ye sevgisi, Şingo’nun Kikuko’ya sevgisi... bunlar Şuiçi’yle Kikuko’nun evliliklerinin bataklığında iz bırakmadan gözden kaybolacak mıydı? s.113

· Şingo, Yasuko’nun ablasıyla evlense, Fusako gibi bir kızı da, Satoko gibi bir torunu da olmazdı herhalde. s.135

· Tapınak çanı yaz kış altıda çalardı ve Şingo o çanı yaz kış ne zaman duysa fazla erken uyandığını düşünürdü. s.140

· ..[T]am istedikleri şekilde büyümüş bir dizi sedir ağacı vardı, istedikleri kadar yayılmışlardı, ta diplere kadar kök salmışlardı. Ben de onlarla birlikte büyüdüğümü hissetmiştim. s.164

· Şingo genç gelinini bahçeye getirmiş yaşlı bir adamdı, ama bu durumda içine sinmeyen bir şeyler vardı. s.165

· Şingo, oğlunun geçirdiği ruhsal felcin ve kokuşmuşluğun boyutu karşısında hayrete kapılmıştı, ama kendisinin de aynı pis bataklığa gömüldüğünü hissediyordu. İçine karanlık bir dehşet yayıldı. s.168

· Hem eğer tutkuları kontrolden çıksa, Şingo hayatını istediği şekilde baştan kurabilse, Kikuko’nun Şuiçi’yle evlenmeden önceki bakire haliyle sevişmek istemez miydi? s.179

· Rüyasında Kikuko’yu sevmesinde ne terslik vardı ki? Bir rüyadan korkacak, utanacak ne vardı? Hem onu gerçek hayatta da gizliden gizliye sevse ne olurdu? s.181

· Belki de temelde neşeli yüzüne şaşkınlık ve düşmanlık yakışmadığından, ağlamak üzereymiş gibi görünüyordu. s.199

· Şingo onunla birlikte küçük bir odaya girse de bir şey yapmadı.
  Kısa süre sonra göğsüne kızın yüzünün hafifçe yaslandığını fark etti. Kızın cilve yaptığını sandı, ama aslında kız uyumuştu anlaşılan.
  Şingo kıza tepeden merakla baktı. Kız fazla yakında olduğundan yüzü görünmüyordu.
  Şingo gülümsedi. İnsanın kollarında genç bir kızın huzur içinde uyumasında iç ısıtıcı bir rahatlık vardı. Kız henüz ergendi, Kikuko’dan dört beş yaş gençti.
  Belki de Şingo, fahişenin haline üzülmüştü biraz. Her halükarda kendini yumuşak bir dinginlikle, genç bir kızla uyumanın dinginliğiyle sarmalanmış hissediyordu.
  Mutluluk, diye düşündü, anlık bir şey olabilir. s.203

· Acıya ancak ondan kurtulabileceğimi bilirsem katlanabilirim sanırım. Anlıyorsun, değil mi? s.207

· İki kadının aynı zamanda aynı erkek tarafından hamile kalması çok anormal bir durum olmayabilirdi. Ama bu erkeğin kendi oğlu olması, tuhaf bir korkuya yol açıyordu. Bu durumda cehennemi bir taraf vardı, intikam veya lanet gibiydi. s.211

· “Savaş ve barış zamanları birbirinden farklıdır.”
  “Ama belki tekrar savaş çıkar. Hem belki önceki savaş hala benim gibilerin aklından çıkmamıştır. Hala içimizde bir yerlerde sürüyordur.” s.228

· “Kikuko. Neden sen ve Şuiçi başka bir yerde oturmuyorsunuz?”
  Şaşkınlıkla başını kaldırıp bakan Kikuko, Şingo’nun yanına geldi. “Korkardım.” Yasuko’nun duyamayacağı kadar alçak bir sesle konuştu. “Şuiçi’den korkardım.”
  “Ondan ayrılmak niyetinde misin?”
  “Ayrılsam size istediğim kadar bakabilirdim” dedi Kikuko ciddiyetle.
  “Senin için talihsizlik olurdu.”
  “İnsanın istediği şeyi yapması talihsizlik değildir.” s.233









17 Şubat 2012 Cuma

Paul Auster / Sunset Park

Paul Auster’dan ilk romanımı okudum: Sunset Park. Bildiğim dillerdeki edebiyatı orijinal okumak istediğimden ismen bildiğim pek çok yazarın çevirilerine el uzatmıyorum. Aslında doğru mu yapıyorum bilmiyorum, yetkin çevirmenlerimiz var eminim. Ama yine de çeviri kitapların çoğunda (özellikle kaynak dili biliyorsanız) “yazar burda muhtemelen şu kelimeyi kullanmış bunu demek istemiş, çevirmen şöyle anlamış böyle aktarmış” dememek mümkün olmuyor.

Orijinal dilde okurken bazen zaman alıcı bulduğum ama çoğunlukla da hoşuma giden şey ise “kelimelerini çıkarmak”. Öğrencilikten kalma bir alışkanlık diyebilirim, ya da öğrenciliğin sürdüğünün bir göstergesi J Bazılarını bilinmesi gereken olarak bir kenara ayırıyorum, bazı kelimelere karşı ise içimde bir sıcaklık hissediyorum – “güzel” kelimeler diyorum. Sunset Park’ın kelime haznesinden bir seçmeceyi de seçmece alıntılarımın altına ekliyorum.

Genel olarak nasıl bir kitaptı? Karakterlerin içlerine ve dışlarına içerden (içgörüsel olarak) ve dışardan (birbirlerinin gözünden) baktığımız bir roman. Herkesin kendinin ve diğerlerinin bedenlerine ve ruhlarına baktığı bir göz-roman diyebilirim. Mary-Lee Swann karakterinin bir oyunda canlandırdığı Beckett'in Winnie'sinin dediği gibi – “eyes on my eyes”.

Bir de tabii yaralar/yaralılar üzerine.. Karakterlerin çoğunun izlediği/bahsettiği 2. Dünya Savaşı sonrası fiziksel ve psikolojik yaralarla eve dönen askerleri konu edinen “The Best Years of Our Lives” filmi yaralarına pansuman yapıp iç çatışmalarını söndürme yolunda eve dönen Miles Heller’a alegori olarak düşünülebilir.


* The past, then, was part of the present, and the ghost of Karl Nordstrom was the fifth member of the household, an absent spirit who had left his mark on Bobby – who was both a brother and not a brother, both a son and not a son, both a friend and a foe. [Miles Heller] p.17

* Babies are popping out all over, in every part of the globe women are huffing and heaving and disgorging fresh battalions of newborns, doing their bit to prolong the human race, and at some point in the not-too-distant future se hopes to put her womb to the test and see if she can’t contribute as well. [Alice Bergstrom] p.70

* Even going out is fraught with hazards now, for there are days when she can no longer look at the people she passes on the street without undressing them in her imagination, stripping off their clothes with a quick, violent tug and then examining their naked bodies as they walk by. These strangers aren’t people to her anymore, they are simply the bodies that belong to them, structures of flesh wrapped around bones and tissue and inner organs, and with the heavy pedestrian traffic that moves along Seventh Avenue, the street where her office is located, hundreds if not thousands of specimens are thrust before her eyes every day. [Ellen Brice] p.82

* The human body is an instrument of knowledge. [Ellen Brice] p.163

* We do not grow stronger as the years advance. The accumulation of sufferings and sorrows weakens our capacity to endure more sufferings and sorrows, and since sufferings and sorrows are inevitable, even a small setback late in life can resound with the same force as a major tragedy when we are young. [Moris Heller] p.198


prattle: çocukça laf, boş lakırdı

squabble: kavga, arbede, hırgür; çekişme, didişme, atışma, ağız kavgası

rambunctious: neşeli; gürültülü; delişmen

lugubrious: fazla hazin, acıklı; çok kasvetli, sıkıntılı; asık suratlı

fluke: talih, rastlantı, tesadüf

sourpuss: mızmız

obstreperous: gürültücü, şamatacı, yaygaracı; ele avuca sığmaz, idaresi güç, haylaz

conniption: isteri nöbeti

pat: basmakalıp

dirge: mersiye, ağıt

wisecrack: nükteli söz, şaka

logorrhea: çenesi düşüklük

to wallow: çamur içinde yuvarlanmak; kendini sefahate vermek; sallanmadan dolayı zor ilerlemek

to wade: sığ suda oynamak; sığ su veya çamur içinde yürümek

dalliance: oynaşma, eğlenme, cilveleşme

meek: sabırlı ve yumuşak başlı, uysal, sakin; alçakgönüllü, mütevazı; kişiliksiz

to stunt: büyümesini önlemek, bodur bırakmak

16 Ocak 2012 Pazartesi

Italo Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (Se una notte d’inverno un viaggiatore)

• Başlayan ama bitmeyen öyküler dünyasında yaşıyoruz. s.10

• Varoluşun ekonomik yönünü ve buna bağlı olan her şeyi göz önünde bulundurmadan yaşanabileceğini savunan kişi asla benim saygımı kazanamamıştır. s.11

• Günümüzde yazılan uzun romanlar belki de bir saçmalık: Zamanın boyutu un ufak oldu, her biri kendi çizgisinde uzaklaşıp anında gözden yiten zaman parçacıkları içinde düşünmek veya yaşamak durumundayız. Zamanın sürekliliğini sadece aşağı yukarı yüz yıl sürmüş olan, zamanın artık durağan olmadığı ve henüz patlamadığı bir döneme ait romanlarda bulabiliyoruz, işte o kadar. s.24

• Roman bir tren istasyonunda başlıyor, bir lokomotif duman çıkarmakta, pistondan çıkan buhar birinci bölümünün girişini gölgeliyor, bir duman bulutu ilk paragrafı kısmen örtüyor. s.26

• İstasyonun barında yalnızca birbirini tanıyan buralı insanlar kaldı; zaten onlar istasyonla ilgisi olmayan, ya çevrede açık başka bir mekân olmadığı için karanlık meydanı geçerek buraya gelmiş olan ya da taşra kasabalarının haberlere açık tek mekânı olan istasyonların çekimine kapılmış insanlar; istasyonların bir zamanlar dünyanın geri kalanıyla iletişim kurulabildiği tek nokta olduğunu anımsayanlar kalmış olmalı. s.31

• Sokaklarında hep aynı insanlara rastladığın kentlerden birindeyiz; yüzler benim gibi burada daha önce hiç bulunmamış kişilere bile yansıttığı bir alışmışlık ağırlığı taşıyor ve ben bar aynasının bu yüz hatlarının derinleşmesine, sarkmasına, ifadelerinin akşamdan akşama çökmesine ya da şişmesine tanıklık ettiğini anlıyorum. s.33

• …[B]u kadının imgesi üzerine çöken ve onu boğan başka imgeler tülü onu ilk kez gördüğüm bir insan gözüyle görmemi engelliyor; başkalarına ait anılar lambaların altındaki duman gibi havada asılı kalıyor. s.33

• Seni en çok çıldırtan şey, nesnelere ilişkin durumlarda ya da insan eylemlerinde rastlantısalın, yazgısalın, olasının insafına kalmış olmak, senin ya da başkalarının umursamazlığının, üstünkörülüğünün, özensizliğinin kurbanı olmak. Bu gibi durumlarda sana egemen olan tutku o dalgınlığın ya da umursamazlığın huzursuz edici etkirini silmek; olayları olağan akışına döndürmek sabırsızlığıdır. s.40-1

• Kitabı açmanla kızartma kokusunun havaya süzülmesi bir oluyor. s.47

• Üniversiteye tam zamanında varıyorsun, merdivenlere oturmuş genç kızlarla delikanlıların arasından geçiyorsun; mağara adamlarının, kaygı verici mineral soğukluğunun efendisi olmak, onu tanıdık kılabilmek, kendine ait dahili mekana dönüştürmek, yaşanmışlık kaltak için mağaralarının duvarlarına resim yapmaları misali öğrenci ellerinin abartılı kocaman yazılar ve ayrıntılı graffitilerle süslediği asık suratlı duvarlar arasında şaşkın şaşkın dolaşıyorsun. s.58-9

• “Ben kitap okumam ki!” diyor Irnerio.
   “Ne okuyorsun o halde?”
   “Hiçbir şey. Okumamaya öyle güzel alıştım ki, rastlantısal olarak elime geçen şeyleri bile okumam. Bu çok kolay değildir: Bize küçükken okumayı öğretiyorlar ve bütün bir hayatımız boyunca burnumuza dayadıkları yazılı malzemenin kölesi oluyoruz. Okumamayı öğrenmek için belki başlangıçta biraz kendimi zorlamış olabilirim, ama artık bana çok doğal geliyor. İşin sırrı yazılı sözcüklere bakmayı reddetmek değildir; tam tersine onlar yok olana dek dikkatle bakmaktır.” s.60

• Bay Kauderer’in varlığının benim için önemli olduğunun ayırdına vardım: Birilerinin hala böylesine titiz ve düzenli bir özenle çalışıyor olması, bütün bunların yararsız olduğunu çok iyi bilsem de, üzerimde sakinleştirici bir etki yaratıyor; bu belki de, -vardığım sonuçlara karşın- bir kabahat olarak yorumladığım düzensiz yaşantımı dengeliyordur. s.68

• Cezaevi gardiyanı üniformalı yaşlı bir adamın esrik laf salatasını herkese dinletmek için yükselttiği sesi ortama hâkim olmuştu: “Ve her Çarşamba mis gibi parfüm kokan genç hanım, onu tutukluyla yalnız bırakmam için bana yüz kronluk bir banknot veriyor. Perşembe günü bu yüz kron çoktan lıkır lıkır içilen biraya gitmiş oluyor. Ziyaret saati bittiğinde genç hanım çık giysilerine sinmiş hapishane kokusuyla çıkıyor; tutuklu da hapishane kokusuna sinmiş parfümle hücresine dönüyor. Ben de bira kokumla baş başa kalıyorum. Hayat bir koku alışverişinden başka bir şey değil.”
   “Hayat ve ölüm diyebilirdin,” diye araya giren bir başka sarhoşun mezarcı olduğunu hemen anladım. “Ben bira kokusuyla üzerime sinen ölüm kokusunu yok etmeye uğraşıyorum. Ve insanın üzerine sinen bira kokusunu da ancak ölüm kokusu temizleyebilir; mezarın kazdığım bütün içki meraklılarının sonu böyle oldu.” s.73-4

• “Bu kitabın devamının nerede olduğunu sormayın!” Raflar arasında belirsiz bir noktadan tiz bir çığlık geliyor. “Bütün kitaplar ötede devam eder..” s.80

• Şimdi okuyabilmeyi istediğim kitap, henüz oluşmamış gök gürültüsü misali yaklaşmakta olan bir öykünün hissedildiği, insanların yazgısının yanı sıra tarihselliği, henüz adı olmayan, şekillenmemiş bir kargaşayı yaşayarak var olunuyormuş duygusunu veren bir romandır. s.82

• Sanki coğrafi haritanın yırtıklarından, sınırları ve cepheleri paralayan çatlaklarından esen dondurucu ve nemli rüzgârın önüne katılmış gibi görünen kalabalık, köprünün demir parmaklıkları arasından oluk oluk akıyordu. s.89

• Tuzaklar iç içe geçmiş haldeler ve hep birlikte kapanıyorlar. s.93

• “Şu anda okumayı en çok isteyeceğim kitabın,” diye açıklıyor Ludmilla, “tek itici gücü anlatmak, öykü üzerine öykü biriktirmek, belli bir dünya görüşü dayatmadan, sadece bir bitkinin dallarının, yapraklarının birbirine sarınarak büyümesi gibi öz gelişmene tanıklık etmeni sağlamak olmalı…” s.99

• Sadece giriş cümlesi olan bir roman yazmak isterdim; okunduğu sürece başlangıcın gücünü yansıtan, beklentinin bir nesneye dayanmadığı bir roman. s.174

• “İlgimi en fazla çeken romanlar,” dedi Ludmilla, “olabildiğince karanlık, acımasız ve yoldan çıkmış insan ilişkilerinin düğüm noktasında saydamlık yanılsaması yaratanlardır.” s.188

• Uçmak, yolculuğun tersidir: Mekânın süreksizliğini aşarsın, yok olursun, kendi de zaman içinde bir tür boşluk olan bir süreç için hiçbir yerde olmamayı kabul edersin; sonra yok olduğun yer ve zamanla ilgili olmayan bir yer ve anda ortaya çıkarsın. s.204

• “Şimdi gireceğin örnek bir cezaevidir ve en yeni kitapların bulunduğu bir kitaplığa sahiptir.”
   “Yasak kitaplar da var mıdır?”
   “Zaten yasak kitaplar cezaevinde olmayacak da nerede olacak?” s.208

• “Benim aradığım kitap,” belli belirsiz karaltı da seninkine benzer bir kitap uzatıyor, “dünyanın sonu geldiği duygusunu veren kitaptır; dünyanın, dünyada var olan her şeyin sonu olduğu duygusunu veren, dünyada var olan tek şeyin, dünyanın sonu olduğunu söyleyen kitaptır.” s.233-4

• Dünya öylesine karmaşık, dolaşık ve fazlasıyla yüklü ki, biraz aydınlık bakabilmek için seyreltmek gerekiyor, seyreltmek. s.235

• Hangi liman büyük bir kütüphaneden daha güvenli bir biçimde açar sana kollarını? s. 243

• Okuduğum her yeni kitap, benim okumalarımın toplamını oluşturan o bütünsel ve tek kitabın bir parçasını oluşturur. Bu uğraşmadan olmaz: Bu genel kitabı oluşturmak için her özel kitap dönüşüm göstermeli, daha önce okuduğum kitaplarla ilişki içine girmeli, onun bir eki veya gelişmişi, veya düzelmişi veya yorumu veya referans metni olmalıdır. s.245

11 Ocak 2012 Çarşamba

Italo Calvino / Görünmez Kentler (Le Citta Invisibili)

• [IC] Zekanın karamsarlığıyla iradenin iyimserliğini savunan Gramsci geleneğine bağlılığını sürdürüyor, Pintor’un izinde “muhalifliğin keskin zekası” olacak bir edebiyatı talep ediyordu. s.26

• Oscar Wilde, yaşamının hangi anında olursa olsun, insanın tüm geçmişinin, tüm şimdisinin ve tüm geleceğinin bizzat kendisi olduğunu söylerken Marco Polo’nun “Görünmez Kentler”e yaptığı zaman ötesi yolculuğu anlatır sanki. Efesli Herakleitos da “insanın yazgısı kişiliğidir” demiş ve aynı sürekliliği vurgulamıştı. s.28-9

• “Aristo’ya duyduğum sevgi kaçış mı? ... Kaçış,” diyordu Calvino, “esaretimizi her cümlesiyle biraz daha perçinleyen dünya tanımlarının tutsaklığından kaçmak, arzu dünyamıza biçim verecek başka bir kodlama, başka bir sözdizim, başka bir sözcük dağarcığı önermektir.” s.35

• [Borges’in] her metni, evrenin bir modelini ya da evrenin bir simgesini içerir: sonsuzluğu, çoğulculuğu, şimdiyi ya da dönüşümlü zamanı. Marco Polo’nun “düşünceyle gidip gördüğü” kentleri anlatan her kısa metin de evrenin bir simgesi ya da bir modelidir. Bu mikro modeller, anılar, arzular, göstergeler, takas ve gözlerle, adlar, ölüler ve gökyüzü ile kurdukları ilişkide incelik, süreklilik ve gizlilik kazanıp tam beş kez çoğalarak, kristalin güven mimarisinde bir bütünlük ararlar. ‘Görünmez Kentler’ sonsuzlukta, çoğullukta ve tarihsiz bir zamanda yaşanan bir kimlik krizidir. s.37

• [IC:] Geometrik ussallık ile, kördüğüm bir yün yumağına benzeyen insan varoluşunun giriftliği arasındaki gerilimi anlatmada bana en büyük olasılıkları tanıyan simge ... kent oldu. s.39

• [IC] yazısının bütün keyfi bu “ussallıkta şiirsellik” formülünde gizli. s.47

• Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi. s.60

• Oysa kent geçmişini dile vurmaz, çizik, çentik, oyma ve kakmalarında zamanın izini taşıyan her parçasına, sokak köşelerine, pencere parmaklıklarına, merdiven tırabzanlarına, paratoner antenlerine, bayrak direklerine yazılı geçmişini bir elin çizgileri gibi barındırır içinde. s.62

• Üç gün hep güneye gidersen, karşına, iç içe kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir. s.63

• Her kent biçimini, karşısında durduğu çölden alır; iki çölün sınır kenti Despina’yı böyle görür deveci ile denizci. s.68

• [MP KH’a] Sözlerim, senin etrafında hangi ülkeyi kurarsa kursun, bu sarayın yerinde kazıklar üzerine kurulmuş bir köy de olsa, meltem sana çamur dolu bir nehir ağzının kokusunu da getirse, sen hep kendi durduğun yere benzer bir yerden göreceksin onu. s.75

• Bir kente girer Marco; bir meydanda, birinin, geçmişte kendisinin olabilecek bir yaşamı ya da bir anı yaşadığını görür; çok zaman önce, zamanın içinde durmuş olsaydı, orada, o meydanda o adam değil, kendisi olabilirdi şimdi. s.76

• Yaşanmamış gelecekler geçmişin dallarıdır yalnızca: kuru dalları.
“Bütün bu yolculuklar geçmişini yeniden yaşamak için mi?” diye sordu bu noktada Han. Şöyle de sorabilirdi aslında: “Bütün bu yolculuklar geleceğini yeniden bulmak için mi?”
Şöyle cevap verdi Marco: “Başka yer, negatif bir aynadır. Yolcu sahip olduğu tenhayı tanır, sahip olamadığı ve olamayacağı kalabalığı keşfederek.” s.76

• Eutropia sakinleri üzerlerinde müthiş bir yorgunluk hissettiklerinde ve kimsenin artık mesleğine, akrabalarına, evine ve sokağına, borçlarına, selamlanacak ya da selamladığı kişilere katlanamadığı gün, kentin tüm nüfusu boş ve yeni gibi orada onları bekleyen, herkesin değişik bir meslek, değişik bir eş bulacağı, pencereyi açtığında değişik bir manzara göreceği, akşamları vaktini başka şeyler, başka arkadaşlıklar, başka dedikodularla geçireceği komşu kente yerleşmeye karar verirler. s.108

• Yüce Han tüm ağırlıklarıyla dünyanın ve insanlığın üstüne çökmüş kentlerle kaplı, zenginlik ve tıkanıklıkla yüklü, süs ve görevlerle tıkış tıkış, mekanizma ve hiyerarşi ile karmakarışık, şiş, gergin, ağır bir imparatorluğu seyrediyor.
“İmparatorluğu böyle pestil gibi ezen kendi ağırlığı,” diye düşünüyor Kubilay ve uçurtmalar gibi hafif kentler, dantel gibi delikli kentler, cibinlikler gibi saydam kentler, yaprak damarlarına, el çizgilerine benzer nervür kentler, opak, aldatıcı kalınlıkları içinden bakıldığında görülen telkâri kentler giriyor artık rüyalarına. s.117

• Yaşamda bir an geliyor, tanıdığın insanlar arasında ölüler canlılardan çok oluyor. Ve beyin başka yüz hatlarını, başka ifadeleri kabul etmeye yanaşmıyor: rastladığı bütün yeni yüzlere eski izlerin damgasını vurup her birine en uygun maskeyi buluyor. s.139

• Belki de dünyadan geriye çöplüklerle kaplı belli belirsiz bir yer, bir de Yüce Han’ın sarayının asma bahçesi kaldı. Onları birbirinden ayıran bizim gözkapaklarımız, ama hangisi içeride hangisi dışarıda belli değil. s.148

• Hüzün kenti Raissa’da da, bir canlı varlığı diğerine bir an için bağlayıp çözülüveren, sonra dönüp hareketli noktalar arasında tekrar gerilerek anlık yeni figürler çizen ve böylece bu mutsuz kente, her saniye, varlığından bile habersiz olduğu mutlu bir kent kazandıran görünmez bir iplik dolaşıyor. s.189

• Alçak kıyıları bataklıkların içinde kaybolan bir göl gibi Pentesilea, ovanın içinde erimiş, çorbaya benzeyen bir kent. s.196

• Her iyiler kentinin tohumunda bir kötü tohum gizli; iyi olmanın verdiği güven ve gurur bu tohum: gereğinden fazla iyi olduklarını iddia edenlerden de iyi olmak. Çünkü bu güven ve gurur, kin, rekabet, misilleme gibi duygulara dönüşecek, kötülerden küçük intikamlar alma gibi doğal bir arzu, onların yerinde olma ve aynı şeyleri onlara yapma tutkusu haline gelecektir. s.201

• Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu göremeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek. s.204